Muzlu
puding yapmıştım o gece. Dandirik kafelerden ceplediğim, altı farklı kaseden
oluşan toplama takıma boşalttım pudingi. Dibini sıyırır mısın diye sordum,
istemedi. Tencereyi doğru lavabonun içine atıp musluğu açtım, klordan
beyazlaşan suyun akışını izlerken omzumdan iki parmağıyla dürttü:
“Gidiyorum,
biraz hava alacağım.”
“Gitmesen?”
diyeceğime “Pudingten yemeyecek misin?” dedim. Sorumu yok saydı, hızla arkasını
dönüp evden çıktı. Gereksiz bir soruydu, gereksiz sorular soruyordum ve
esasında gereksiz sözcüğünün ta kendisiydim. Bundan mıdır bilmem üç ay önce
kendimi gecenin üçünde öksürüklerle beraber nefes almaya çalışırken bulmuştum. Astımı
olanlar bunun ne kadar sikko bir vaziyet olduğunu bilir. Evren bana ne olduğumu göstermeye çalışırken sadece karnımı yumruklayıp “Yap Akın!” diyebilmiştim o an ona.
“Yap!”. Amına koyiim ne yapıyım ya bakışları attıktan sonra telaş ve uyku
sersemliğini bir kenara bırakıp beni ayağa kaldırıp arkama geçmişti. İki elini
kaburgalarımın altından birleştirip sertçe bastırınca abuk bir inlemeyle ölmemeyi başarmıştım. Kadere koca bir nah çekip
kendi istediğim gibi yapmakta kararlıydım bu işi, astım yüzünden ölmeyecektim.
Velhasıl o günden beri yanımdan inhalerı ayırmadım.
Akın
evden çıktıktan sonra kütüphaneden ‘Kızıl Ot’u çektim, üçüncü kez okumaya değer diye geçirdim içimden.
Elimi sayfaların arasına götürecektim ki inhalerın yanımda olmadığını fark ettim.
Kitabı koltuğa bırakıp ayakkabılığa koştum. Çantamda bulamayınca evin her
yerini aradım. Hiçbir yerde yoktu. Benden önce gelirse diye not yazıp ana
caddedeki nöbetçi eczaneye yollandım. Gecenin huzurlu soğuğunda derin bir nefes
çektim. Akın’ı düşündüm, bi şeyler bitmek üzereydi sanki. Onu çok seviyordum,
gerçekten çok. Ama artık benim onun için pek bir şey ifade etmediğimi
hissediyordum. Eskiden sabahlara kadar Coltrane dinleyip konuşurduk, heyecanla
cevaplardık birbirimizi. Bazen köşedeki büfeden iki bira kapıp deniz kenarına
giderdik güneşin doğuşunu izlemeye. Güzeldi. Ne yazık ki sona varmak üzereydik. Çok yakında “Bak Ceren, …”le başlayacağı lanet konuşmayı
yapacağından emindim. Söyleyeceği her kelime boğazımda düğümlenen başka bir
kelimeye karşılık gelecekti. İstemiyordum bunları duymayı, gerçekten istemiyordum.
Aceleyle karar verip
kaldırımdan adımımı attıktan beş saniye sonra hızla gelen kırmızı bir arabanın
altında son gereksiz nefesimi verdiğimde o eve gelmiş, yazdığım gereksiz notu okuyor
olacaktı:
“Pudingleri
dolaba koyar mısın?”