4 Aralık 2011 Pazar

Neden olmasın?

Kes-yapıştır, kes-yapıştır, kes… Daha bu yaşımda mor halkalara sahiptim ve kambur bir vücuda. Sayfalar tükendikçe sırtım daha da kamburlaşıyor göz kapaklarım daha da kısılıyordu. Kağıtlardan küp yapmanın algıyı değiştireceğine inanan hatunun küçümser bakışlarını görüyordum küplerin bir yüzünde. Geri kalanlarda ise öfkeden deliye dönmüş bi adamın bakışları vardı. Henüz bir şey bilmiyordu. Utançtan suratına bakamıyordum. Anlatmak zorundaydım.
Para lazımdı, belki biraz da bira. Gelecek meblağnın büyüklüğüne bağlıydı.
Her şey 3-4 ay önce başlamıştı. “Aynı evde yaşayalım.” dedi bir gün. Sevinçle “Neden olmasın?” dedim. Yerin altında kalan, pencereleri olmayan bi daireye taşındık. Haftalar geçti. Sıkıntıdan patlıyorduk, aşkımız ve heycanımız gittikçe azalıyordu. Yine berbat fikirlerinden birini verdi:
“Hadi eskiden takıldığımız bara gidelim.”.
Gürültüyü unutmuştum, kalabalıktan da hoşlanmıyordum. Ama oradaydık. Boş boş etrafa bakınıp dururken kampüste gördüğüm hatunla karşılaştı gözlerim. Gülümseyip yanıma geldi.
-Seni hatırlıyorum. Ben Mona.
-Brida bende.
-Yalnız mısın?
(gözlerimle John’u işaret ettim)
-Brida, bize katılmak ister misiniz?
-Neden olmasın?
Uğursuz lafı söylememle olaylara dalmamız bir oldu. Masadan burunlarına bir şeyler çekiyorlardı. Denedim, içime çektiğim an kafam acayip kıyak oluyordu. John’un da hoşuna gitmişti. Bir daha yaptık. Sonra bir kere daha. Gece böyle devam etti. Mona öbür gün yanıma gelip akşam gelmek ister miyiz diye sordu ve biz yine gittik. Uzun süre gitmeyi sürdürdük. Gruptan arkadaşlar edindik. İnsanlar çoğaldıkça maddelerde çoğaldı. Maddeler çoğaldıkça heycanımız ve aşkımızda çoğaldı.
Her gece olduğu gibi o gecenin de sonunda eve geldik. John düşünceliydi, birden öfkeyle bundan sonra oraya gitmiyceğimizi ve Mona’yla ilişkimi kesmemi söyledi. Bardan kurtulduk ama krizler peşimizi bırakmıyordu. Mona’ya durumu anlattım, tuvalatte bana verdiği minik haplarla idare ettim. John durumu anladı. Harcamalarımı kontrol altına aldı. Mona’dan borç istedim ama yetmedi. Bizim gruptan bi çocuğu çağırdı ve onun bana yardımcı olabileceğini söyleyip gitti. Salak salak sırıtıyordu çocuk. İsmini unuttuğumu söyledim.
‘Önemi yok, durumu biliyorum; istediğini sana verebilmem için istediğimi bana verebilmen gerekir. Belki bu gece John’a ailenle yemek yiyeceğini söylersin ve bana gelirsin.’ Dedi.
Dediklerini yaptım. Hatta sonrasında da tüm dediklerini yaptım. Para lazımdı, buna odaklıydım. Karşılığını aldım. Mona’ya olan borcumu ödedim ve biraz tuvalette takıldım. Diğer gece John yaklaşmayı deniyordu bense sürekli kaçıyordum.
-Neyin var senin?
-Regl oldum.
-Yalan söylüyosun. Ben senin her naneni bilirim.
-Yarına yetiştirmem gereken işler var.
İkna olmadan gidip uyudu.
Kes-yapıştır, kes-yapıştır, kes… Algım değişmişti gerçekten. Saçlarını okşadım, yanağından öptüm. Ceketimi alıp geri dönmemek üzere gittim o evden. Karşılığını veremeyecekti.

4 Kasım 2011 Cuma

5

Dandik mekanın tekinde öylece oturmuş onu bekliyordum. Tahminlerime göre gelmesine 10 dakika vardı. Çoğunlukla buluşacağımız yere benden yarım saat sonra gelirdi. Geç kalsam da bu durum değişmiyodu nasıl başarıyodu bi anlayabilsem. Böyle anlarda saate bakıp, oflayıp garsonu başımdan savmaya alışmıştım ama adamın baskıcı bakışlarına dayanamadım ve bi kahve söyledim.
Tik. Tak.
50dk
İnsanların 4. sıcak kahveyi fondiplememe ve deli gibi tırnak yiyişime baktıklarına emindim. Sabrım kalmamıştı, hesabı ödeyip yola koyuldum. Evine gidiyordum. Hızlı yürümekten ziyade koşuyordum. Bi yandan da söyleniyordum: “Artık konuşmam gerek, ufacık bi sorumluluk bile almıyo. … Onu sıradan, sıkıcı bi adamken sevmeyeceğimden adım gibi eminim ama neden…”
Kapı açıldı.
‘Unutmuşum.’ dedi. Dürüst müydü yoksa rahat mı? Ya da her ikisi de. Ceketini aldı.
Kapı kapandı.
Sadece sustuk ve daracık sokaklarda aylak aylak yürüdük. Yağmur başlamıştı, sığınacak bi apartman bulmuştuk şansımıza. Evet şimdi sadece bana odaklanabilirdi, tam sırasıydı:
-Neden unuttun buluşacağımızı?
-Unutmanın nedeni mi olur?
-Neden benimle berabersin anlamıyorum.
-Sevmenin de nedeni olmaz. Bak, aslında neler düşündüğünü biliyorum. Sende şunu bil, hayatta beklenti kadar boktan bişey yoktur.
Dudaklarımı araladım ama cevabın çıkmasına fırsat vermedi, elimi yakalayıverdi. Sertliğini bozmadan yavru kedisine güler gibi gülümsedi. Bu ender yaşadığımız kısa anlardan biriydi. Sonra yağmuru umursamamaya karar verdik, eve döndük. Bugünkü 5. kahvemi karıştırırken(midemi mahvederken) içimde sadece rahatsızlık değil korku da olduğunu fark ettim. Bitmesinden korkuyordum ama böyle yürümesini de kabullenemiyordum. Neden bu kadar kurcalıyordum? Neden bu kadar ‘Neden?’ diye soruyordum? 
Seviyordum, bi nedeni yoktu.

18 Ağustos 2011 Perşembe

Önce

Kimseyle görüşmüyordum arayan yoktu. Hayat otomatiğe bağlanmıştı. Öğlen 5ten gece 5e kadar resim yapılır şişeler boşaltılır. Yatılır, öğlen 2de kalkılır... İnat ederdim kalkmamak için, saklanabiliyordum orada. Zaten uyku ve nefes almak yaptığım ender doğal davranışlardandı. 3’te gerçekten kalkılır. Bir kase, biraz süt ve biraz gevrek. İçlerine bağımlılık maddesi mi koyuyolardı acaba herneyse ezberime uyuyordum.5e kadar kitap okumak sonra yine resim ve alkol. Bugün yine uydum döngüme 5’e kadar. Çıktım yürüdüm; bi günlüğüne döngüden çıksam bişey olmazdı.  Kartımı bastım engelli asansörünü kullandım sonuçta bende engelli sayılırdım. Güvenlik görevlisi bende bişey göremiyordu haliyle, dikizlediğini hissedebiliyordum. Cool kız ayakları takındım 1’e bastım. 3 dk vardı. 3 dk geçti. Geldi metro bindim. Bir sürü boş yer vardı oturmadım köşeme geçtim yine. Sonraki durakta olağan bi şekilde kapı açıldı. Aman tanrım o’ydu. Yanıma gelecekti hiç bişey olmamış gibi konuşacaktı. Belki de gelmezdi onu yeteri kadar tanımadığımı çok öncelerde fark etmiştim. Utanması gereken oydu ama ben kaçıyordum. Böyle bi adamda ne buluyordum salağın teki gibi davranmamalıydım yine cool kız taklidi yapacaktım evet. Lanet olsun 2 adımı kaldı dibimde olmasına ve:
-Hey! Nasılsın?
(hayır Brida heycanlanmak yok yaslan ve ellerini arkada birleştirki titrediğini görmesin)
-İyiyim. Sen?
(umursamaz davranmalısın)
-Bende iyiyim.
Son durağa geliyorduk.
-Bir yerlerde takılalım mı Brida?
(hayır demelisin ya da son duraktan faydalanıp sıvışmalısın Brida.)
-Bilmem, olabilir.
Salaklığımla nam salacaktım. Ona güvenemezdim. Bundan 197 gün önce başlamıştı her şey. Mükemmeldi. Onunlayken mistik bi deneyim yaşıyomuş gibi hissederdim. Evet umursamaz biriydi biraz ama en azından sevdiğini söylerdi, arardı, ilgilenirdi. Umursamaz herifler her zaman daha çok umursanırdı ve bende bi içgüdüyle umursardım.
Ve bundan 81 gün önce ona gitmek için yola çıktım. Taksiye bindim otobüs uzun sürerdi. Yanında olma dürtüsüyle dolup taştı bedenim.
Gidiyorduk. Lanet olası bi araba sağ taraftan çarptı bu taksiye. Camlar başıma geldi. Hemen bacaklarıma dokundum orada her şey yolundaydı. Ama bir şeyler kanıyodu. Sağ tarafımda bi acı hissettim, dokundum. Kulağımın yarısı yoktu ellerim kan içinde. Bi cam parçası bunu yapmış olamazdı neden oldu diye de araştırmadım sonuç açık ve netti.
Hastanede yüzümün sol tarafında koca bir sıyrık ve yarım kulağımla buldum kendimi. Beni görünce papatyaları yere düşürdü. Çok utanıyordum yaşlar süzülse de süzülmese de fark etmezdi artık. Geçmiş olsun dilekleri ve soğukluğuyla çekip gitti bi daha aramadı. Yüzümde ince bi çizgi ve kesik kulağımdı bana hatıra kalan.
Şimdi onun acıyıp vicdanını temizlemesine izin vermemeliydim. Kırılacaktım. Metronun kapıları açıldı. Karıncalar kapının önüne doluştu. Onlar önce çıkma yarışı yaparken dedim ki
-Üzgünüm vazgeçtim. Seni anlıyorum.
Karıncaların yarışına bende katıldım ve geçtim bir sürü kişiyi.
Saçlarım açıktı kulağım görünmüyordu. Çizgi de ufak bi makyajla hallolmuştu. Hepsi gizlenebilmişti onun bana acıması hariç.
Karşı tarafa geçtim eve gittim. Resimlerime içkilerime devam ettim Van Gogh’a yaraşır bi kulağım olmalıydı.

3 Ağustos 2011 Çarşamba

Vasataltı

Derim sıkıştırıyordu beni, içim mi şişiyordu ne? Yoksa çocuk aklımla hava gibi düşlediğim ruh denen şey içerde kovalamaca mı oynuyordu? Baskı yapmaya başlamıştım kalıbıma. Kaçıyordum. Gerçeklerden ama en çok sevmekten, sonra yazmaktan, söylemekten, cesur Brida’dan… Yalnız bırakılmıştım, uzaklaştırılmıştım. Uzaklaşmıştım. İlk defa kendimi bi güvercin gibi hissettim, şu ayağımla ittiğimde telaşla kanat çırpıp kaçanlardan. İnsanlar kuşlara özgürlük safsataları sıralarken ben nasıl da bakıyordum masum bir kuşa. Refleks.
Ahh ne güzeldiler ne iyimserdiler insanlar. İnsanlar... insanların söyledikleri... insanların davranışları, insanların vs vs … ne lanetti. Herkes bunlardan yakınıyordu ve bu da bir refleks haline gelmişti. Ezber gibi bişeydi bu. Evet yazıyı mahvedecek bir yol buldum galiba. Ama vardı bunlar gerçekten. Klasik gerçeklikler.
Gerçek herkesin bahsettiğimiydi?
Normal olan bunlar mıydı ya da sözleşmiş gibi sürekli bunlardan bahseden insanlar mıydı?
Sonuçta normallik bir fikir birliğinden ibaret değil miydi?
Babam böyle pasta yapmayı nerden öğrenmişti?
Sorular soruları kovalarken beynim yine kaçmaya çalışıyordu. Konuyu dağıtmak istiyordu.
“…, sonra yazmaktan, söylemekten, cesur Brida’dan…” Yok sonuna kadar gitmeli normal insan.
Bir hikaye yazmak isterdim şimdi
Bir şiir
Klasik olan sıkıcı tarzımla
Üzerinde durarak
Onun da dediği gibi
Güzel hissederdim sonra
Rahatlamış, normalleşmiş,
Brida.
Belliydi yine bağlayamayacaktım. Yine vasataltı bi yazı olacaktı. O kadar kurutuldum ki bu insanlardan, hevesimde kaçan kuşun kanatlarıyla oracıkta yitivermişti. Yakınıyordum. Şimdi başarabilmiş miydim ki normalliği.
Belliydi yine sözümü tutamayacaktım. Yine vasataltı sözcükler sıralayacaktım. Eğreti duran laflar edecektim.“vasataltı”lı sıfatlara mahkumdum. Normal olamayacaktı anlaşılan ve insancıl gibi.
Sözcükler sözcükleri kovalarken beynim yine de kaçmaya çalışıyordu. Gördüğümüz üzerede istediğini yapıyordu.
Ahh insanlar..
Rahatlamış, normalleşmiş
cesur Brida.

19 Temmuz 2011 Salı

Tekila

Afili lafların hiç biri kesmiyordu beni artık. Boşuna kulaç atıyordum. Bu zamana kadar denizin sonu görünmemişti hiç ve yine görünmüyordu. Beni yavaşlatan dalgalara eşlik ediyordu.
“Neyin var be?” diye sordu. Şimdiden sıkılmıştım. Şuan şu bar taburesinden öylece kalkıp gidebilmeyi çok isterdim.Cevap bekliyordu. Sustum.
Hey barmen bir tekila!
İşaret parmağımdaki tuzu yaladım. Ve shot. Boğazımdan giderken hangi yolu izlediğini, mideme nasıl indiğini hissedebiliyordum. O sırada şeytanla melek ilk defa aynı şeyleri söylediler kulağıma:
“Hadi söyle ona, ben Brida’yım de.”

Karnımdaki kelebeklerin öldüğünü o da biliyordu ama bunu önemsemiyordu, görmezden geliyordu. İşini halletmek yeterdi ona.
Limonu aldım ağzıma, suyunu çekiyordum. Limondan alıyordum hıncımı, sanki onu sıkıştırıyordum dişlerimin arasında. Bunu düşünmek hoşuma gitmişti. O ise dudaklarıma odaklanmıştı. Lanet herif hep kamışının peşindeydi. Daha çok baskı yaptı damağım.
Gözlerine baktım. O da bakıyordu, en dibime en derinime inebildi yine. Ele geçirmesine izin vermemeliydim. Suratımı avuçlarının arasında buldum.

Bitti yeter!
Dedim. Sorgulayan gözleri aslında bunu bekler gibiydi ama şimdi olmazdı alacakları bitmemişti henüz. Bana biçtiği ömrün tükenmesine daha vakit vardı. Yaşlandığı için sokağa bırakılacak evcil hayvanıydım onun. Çenemi sıkarak itti suratımı. Ona duymak istemediklerinden fazlasını hissettirdim. Bu da hoşuma gitmişti. Çekip giderken fısıldadı:
“Sen küçük bir kaltaksın.”
Gülümsedim. Yine sustum.
İyiysem iyiydi, içini boşaltabileceği bir deliktim hep. Olsun. Kurtulmuştum, rahattım şimdi. Brida’ydım ben.
Hey, bir tekila!

Güneş

Uçuşlar, yok oluşlar, boşluklar… Bunlardı o anki şeyler. Sırtın sırtımdaydı. Horultuların, nefes alışların bi radiohead şarkısı gibiydi, ritmik ve hisli. İtici görünmüyordu nedense.
Ben bekledim. Sen uyudun
Güneş doğdu.
Ben bekledim. Sen uyandın.
En çok uyurken seviyordum seni. Herkesin tonlarca sıkıcı hobisi vardı. Standart. Benimkide buydu. Sen uyurken.
Bir tek o zaman düşünmüyordum. Daha sonra benimde diğerleri gibi olmayan anılarımızla birlikte senin düş mezarlığında toprağa verileceğimi. Filan. Söylediklerinde, yazdıklarında, yaşadıklarında olurdum belki. Bıkacaktın ama. Sevmezdin çokluğu.Bazen beni de sevmediğini düşünürdüm. Bazen beni aldattığını. Şizofrenik davranışlar sergilerdim. Yine de korkmazdın. Bilirdin beni. Beni daha da deli ederdin. Ne zaman arasam açmazdın. Ne zaman beklesem aramazdın. Bu yüzden “çok” tartışmıştık lanet olsun ki yenen hep sen olurdun. Çünkü sana karşı zaafım “çok”tu. Sendeyse hiç yoktu.
Düşünmezdim işte. Sen uyurken.
Bazen giderdin. Bazen giderdim.
Yine doğdu.
Bazen bilirdim. Hep bilirdin.
Uyandın. Tek kelime etmedin yine. Herşey bitekcekti. Senin gösteremediğin aşkın, benim trajik vaziyetim, zevklerimiz, hayallerimiz, hayatımız… ben bunlar için hayıflanıp boşa kürek çekerken sen hiç bir şey yapmıyordun.
Sen aldırmıyordun. Ben zavallıydım
Yine battı.
Sen aldırmıyordun. Ben batıracaktım.
Ben doğacaktım. Sen uyurken.
Söylemiştim. Hisli olduğun tek an.
Sen uyurken.

Azı dişleriyle

Yürüdüm. İnsanları görüyordum ama bakmıyordum farklı dünyalardaydım. İttim hırsla onları, hepsini deldim geçtim. Sonunda varmıştım içimdeki bilinmezliklerle. Onunla ilgili ne tam olarak bilinirdi ki zaten. Eski bi apartmandı. Eski bi kapısı vardı, açtım o eski kapıyı. Her basamakta daha da sert çarpıyordu kalbim. Ayaklarım otomatiğe bağlanmıştı sanki, bu dalgınlıkla 20 kat bile çıkabilirdim. Lanet olsun utanıyordum. Hala küçük bi kızsın derdi. Doğru derdi ve ben yine utanırdım.
İşte 7 nurmara uğurlu sayımdı. Herkesin her zaman yaptığı gibi üstünü başını düzeltmek, saçını toparlamak, derin bir nefes ve ding dong! ‘ÖF’lediğini duydum davetsiz misafirlerden nefret ettiğini biliyordum. Hayatına da böyle gelmiştim. Dikkatle dinledim. Koltuğundan kalktı, bişeye çarptı. Delikten baktı, bikaç saniye sonra açtı kapıyı. Nasıl davranacağını, nasıl davranacağımı bilemedim o an. Şımarmak, gülücükler saçmak bana göre değildi. Sade bi meraba der geçerdim ve geçtim de ama ondan öyle istemezdim bende olmayanları bana versin isterdim. Ne yazikki o bu kurulukla yetinebiliyordu, kendini debelemiyordu 1 saat sonrasını düşünmüyordu. Bense evden çıkmadan önce bile nerede duracağımı nasıl bakacağımı ne söyleyeceğimi hayal ederdim. Hiç birini yapamıyordum bazen ama sadece hayaldi. Küçük bi kızdım.
‘Geçsene, bende seni arayacaktım.’ Dedi istemeye istemeye.
Yalana bak! Dedim içimden.
Telefonunun nerede olduğunu sorsam bilmezdi bile. Umursamadım. Bir şey söylemeden girdim içeri. Kim bilir neler düşünüyodu benim için.Kurtulmanın yollarını arıyordu belki de. Ama yok onun karakteri buydu. Tarzı böyleydi adamın. Ben abartıyordum. Sorun bendeydi.
Geçerken mutfağına baktım, yine birikmişti. Hep labutları dizdikleri gibi dizerdi içi boşalmış şişeleri, bunu ona söylerdim. O an içinden bu hatun manyağın teki dediğine eminim. Hayır hayır demezdi. Ben abartıyordum. Bunları bikaç saniye içinde nasıl düşünebildim bilemiyorum. Geçerken mutfağa baktığımı fark etmişti.
Çantamı fırlattım yere, kanepeye çöküverdim. Boş boş bana bakıyordu aslında bunun anlamı neden geldiğimdi. Kaçtım bakışlarından. Yerdeki devrik şişeye odaklanmışken ben çöktü o da yanıma.
“Bak Brida senle her şey farklı. Herşey nefis geçti. Ama.”
Akreple yelkovan durdu işte. Ufak bi öpücük beklerken koca bi ‘AMA’ gelmişti. Diğer odanın kapısı açıldı. Hatunun teki. Yarı çıplak. Bunu da beklemiyordum.  Kocaman gülüşüyle “Selam tatlım!” dedi. Harfleri eziyordu resmen azı dişleriyle. Şişeye odaklandım tekrar.
Hiç bi ‘ama’nın sonu benim için böyle olmamıştı. Üç noktayla bitmeyen bi ‘ama’ydı bu. Çantamı aldım. Devrik şişeye bi tekme indirdim. Yapmakta özgürdüm. Küçük bi kızdım. Deliliğimi tescilleyecekti içten içten. Evet evet emindim bu sefer.
Uğurlu sayıya doğru ilerledim. Geçerken mutfağa baktım. Yine fark etmişti baktığımı. Utanmıştım. Utandığımı da fark etmişti.